Kaldi Etiyopyalı bir çobandır ve her gün keçilerini otlamaya çıkarır. Bu rutin geçen günlerin birinde keçilerini yeni bir çayıra götürdüğünde fark eder ki keçileri bu çayırda daha önce görmediği bir bitkiyi yiyince dans etmeye başlıyorlar. Bunun üzerine Kaldi de merak edip o bitkiden yer ve vücudu bir anda enerjiyle dolar, yerinde duramayıp o da keçileriyle birlikte dans eder. O sırada oradan geçmekte olan din adamı ise Kaldi’yi ve keçilerini dans ederken görür. Kaldi’den hangi bitkinin bu kadar enerji verici olduğunu öğrenince, din adamı çıkınını o bitkiyle doldurur ve kendisini dinlemeye gelen cemaatin kısa bir süre sonra uyuyakalmasının önüne geçmek için hemen o akşam cemaate bu yeni enerji verici bitkiden ikram eder. Cemaat o akşam sabaha kadar din adamını ilgiyle dinler ve diğer din adamlarının vaazları sırasında uyuyup bu din adamını ilgiyle dinlemelerini onun ilahi bir insan olmasına bağlarlar. Böylece din adamının ünü kısa sürede bütün ülkeye yayılır. İşte Kaldi’ye, keçilerine ve din adamının tüm cemaatine bu enerjiyi veren bitkinin adı kahvedir.
Bu tabii ki mitolojik bir öykü, ama kahvenin uyarıcı bir madde olduğu bilimsel bir gerçek ve bu gerçek kahvenin ulaştığı tüm toplumları bir ölçüde etkilemiş. Etiyopya’nın kahve çekirdeği Yemen’in Muha kentine geldiğinde (bugün sıkça kullandığımız “Moka”nın isim babası) Şeyh Şazeli bu çekirdeği Etiyopyalılar gibi çiğnemek yerine öğütüp demleyerek içme yöntemini keşfeder ve bu yöntem Yemen’den tüm Osmanlı’ya yayılır. Osmanlı topraklarında insanların bir araya gelip kahve içip sohbet ettikleri ilk kamusal alanlar olan kahvehaneler de böyle ortaya çıkar. Tabii kahvenin uyarıcılığı sayesinde bu sohbetler gece geç saatlere kadar devam eder ve söz dönüp dolaşıp mutlaka padişaha ve devlet yönetiminin eksiklerine gelir. Haliyle, yavaş yavaş bir toplumsal muhalefet oluşmaya başlar ve en sonunda bu durum kahvenin padişah tarafından yasaklanmasına kadar varır. Yine de insanlar, özellikle de tasavvufçular kahve içmekten vazgeçmezler. Hatta tasavvufçular için kahvenin çok özel bir yeri vardır. Kimileri; nasıl ki Hıristiyanlığın içeceği şarap, Budizm’in içeceği çaysa, İslam’ın içeceğinin de tasavvuf inancı üzerinden kahve olduğunu öne sürerler.
Dalında kahve çekirdekleri
Batı uygarlığı üzerinde de kahvenin muhakkak ki etkisi mevcuttur. Tarihçi Jules Michelet’e göre batı medeniyetinin doğuşunun kökeninde Avrupa halklarının kahve içme alışkanlığı kazanması yatar. Belki Michelet biraz abartmış olabilir, ama kahvenin uyarıcılığıyla birlikte batıda yaratıcı fikirlerin geliştiği ve bugünkü Avrupa medeniyetinin temellerini oluşturan büyük dönüşümlerin yaşandığı argümanı çok da yabana atılacak bir fikir değil.
İşte önce Osmanlı’yı, sonrasında da Avrupa’yı etkileyen kahvenin anavatanı Etiyopya’dır. Hal böyle olunca, Etiyopya kültüründe kahvenin çok önemli bir yeri olması çok normal. Etiyopya’da kahve seremonisi bir saate kadar sürüyor. Bir oturuşta üç fincan kahve içiliyor ve her kahve arasında dostluğa dair övgü dolu sözler söyleniyor. Böylece her fincan dostluk için içiliyor. Etiyopya kültüründe kahve sadece dostlukla değil, ilahi güçlerle de bağdaştırılıyor ve hatta mucizevi bir şifa aracı olarak dahi kullanılıyor.
Kahve yaprakları
Aslında Etiyopya kültüründe kahveden bahsetmişken katiden bahsetmemek olmaz. Kati, kahvenin atası olan Habeş çayıdır ve 1400’lü yıllarda çekirdeğin öğütülüp pişirilmesi tekniği keşfedilinceye kadar Etiyopya’nın asıl içeceği olmuştur. Kati, kurutulmuş kahve yaprakları demlenerek yapılan bir içecek. Yapraklar koyulaşana ve katrana benzer bir kıvam alana kadar tavada kavruluyor, sonra yaprak ufalanıp su, şeker, tuzla birlikte kısık ateşte 10 dakika demleniyor. Sonuçta da ortaya kehribar rengi, hafif karamelli ve is kokulu bir içecek çıkıyor. İşte bu kati.
Etiyopya’da Bir Fransız
Etiyopya’nın bu zengin kahve kültürü birçok insan gibi Fransız edebiyatının büyük şairi Louis Aragon’u da etkilemiş. Şair 17 yaşındayken Paris’e gelmiş ve bir yıl boyunca yaşadığı o meşhur hayat tarzından sonra şehirdeki en ahlaksız adam olarak nam salmış. 19 yaşına geldiğinde Cehennemde Bir Mevsim adlı başyapıtını bitirmiş, 20 yaşına geldiğinde ise şiir yazmayı bırakıp sırra kadem basmış. 1870 yılında şiiri bırakıp ortadan kaybolduğu bu sırada aslında aklı başına gelmiş ve Etiyopya’nın Harar kentinde kahve ticaretine başlamıştı; çünkü onun asıl isteği Cehennemde Bir Mevsim’de bahsettiği üzere, “yitik iklimler diyarına” gitmek ve buradan “demirden uzuvlar, bronz bir cilt ve sert bakışlarla” dönmekti. Yani Aragon macera, tehlike ve para istiyordu. Fransız kahve tüccarlarının da bir kahve çekirdeği için hayatını tehlikeye atacak kadar deli birine ihtiyaçları vardı ve aradıkları kişiyi Louis Aragon’da bulmuşlardı. Aragon uzun yıllar Etiyopya’da kahveyle iç içe bir hayat yaşadı ve orada son günlerini geçirdiği şatoda yanında uşağı hariç kimse kalmamıştı. Artık şiir yazmıyordu ve mektuplarında hep yalnızlıktan, hastalıktan, maddi sıkıntılardan yakınıyordu. Şiirindeki kehanet boşa çıkmıştı. Sonunda Fransa’ya delirmiş halde ve beş parasız döndü. Sol bacağı kesilmişti. Kısa süre içinde de bilinmeyen bir enfeksiyon sebebiyle öldü.