Kitaplarla Geçen Bir Ay | Aylık Okumalar - Ocak #2

Herkese selammm. 🙋‍♀️

Böyle seslenmeyeli epey zaman oldu galiba. Zira en son yedi günlük serüvende kalmıştım ben. 'Bittikten sonra buralardan kaçıp gideceğim bir müddet' demiştim kendi kendime; ama göründüğü üzere bu sözüme sadık kalamamışım.
Zaten bazı istenmeyen olaylar meydana geldi, kalp kırdık ve kırıldık. Umarım daha iyi hissediyordur herkes. 🙇‍♀️

Ben son yazımda üzülerek bahsettiğim Minik Özgür'ün hayırlı haberlerini aldığım için çok mutluyum ve bunu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu yazının konusu olan videoda toparlanan meblağ %3 denmişti. Gelen çığ gibi destekle bu rakamın kısa sürede %38'lere çıktığı müjdesini almak beni umutlandırdı. Umuyorum ki tez vakitte
tamamlanacak ve Dubai'ye yolcu olacak Özgür Engüzel. 💗


20230131_155024.jpg

Ocak ayının ilk haftasında okuduğum kitaplardan bahsetmiştim burada.
Şimdi ayın son gününe geldik ve serimi aksatmamak için bu satırları yazmak istedim.


20230131_155055.jpg

Canım Agatha Christie'nin, Porsuk Ağacı Cinayeti'ni bitirdim. Tek kelimeyle harikaydı diyebilirim. Zaten arka kapak yazısında buna değinilmişti:

Bir yudum çayla başlayan olay trajedi ile son bulur. Varlıklı Rex Fortescue birden bire hastalanıp ölür. Kurbanın cebinde bulunan bir avuç çavdar tek ipucudur.
Jane Marple eski bir çocuk tekerlemesini anımsayana dek cinayetin nedeni anlaşılamaz.
Jane Marple öykülerinin en iyisi olarak nitelenen bu kitabın dahiyane kurgusu okurları son sayfaya dek soluksuz bırakacak. (Porsuk Ağacı Cinayeti, Arka Kapak)

Öncelikle Agatha'nın kitapları sayesinde çok şey öğrendim. İngiltere'ye, karmaşık olayların yaşandığı sıcacık kasabalarına, havasına, tren seferlerine, yöreye özgü çiçeklere ve ağaçlara, göz kamaştırıcı malikanelerine ve orada işlenen cinayetlere, katillere ve yöntemlerine dair birçok şey.
En çok da zehir türlerinin çoğuna aşinayım artık. Bu eserinde de altını çizdiğim zehirlere yenilerini ekledim. Yanlış anlaşılmasın tamamen genel kültür olarak bakıyorum. :)
Porsuk Ağacı'nın yapraklarından ve meyvelerinden elde edilen Taksin isimli zehirle öldürülen bir adamın gösterişli evinin ismi de Porsuk Ağacı Kulübesi'dir. Sanki bahçesinde yetişen ağaçlar, onun kaderi olmuştur. 🌳🌳🌳


20230131_155413.jpg

Cinayeti araştıran polisler evdekileri sorgular ve bir türlü işin içinden çıkamaz. Çünkü herkesin cinayet işlemeye nedeni ve bu işten bir çıkarı vardır. İtiraf etmeliyim ki katili tahmin etmekte zorlandığım nadir kitaplarından biriydi. Her sayfanın kenarında 'işte seni buldum' diyordum hayali katile adeta ama fikrim hep değişiyordu.
Bu hâl, her gün yirmi sayfa okuma kararımı esnetmeme ve bunu bir oturuşta bitirmeme neden oldu. 🙆‍♀️

☕ ☕ ☕

Sevgili Miss Marple olay mahalline gelene dek kimse bu işten bir şey anlayamamıştı. Yaşananlar ona eski bir çocuk tekerlemesini anımsattı:

Bir şarkı söyle
Altı peni, bir cep dolusu çavdar
Böreğin içinde pişirilen yirmi dört karatavuğun şarkısını
Börek kesildiği zaman karatavuklar ötmeye başlamış
Tam krala göre bir yemek değil mi bu?
Kral hazinesindeymiş. Parasını sayıyormuş.
Kraliçe odasında ekmekle bal yiyormuş.
Hizmetçi bahçede çamaşırları asıyormuş.
Bir serçe gelerek burnunu gagalayıvermiş. (sf 84)

Agatha Christie'nin çocuk şarkılarını ve tekerlemelerini romanlarına konu etmesini çok seviyorum. Böylesi bir de On Küçük Zenci'de karşımıza çıkıyordu. Her şey o satırlara uygundu. Polisler bunu bilmedikleri için Miss Marple'a kuşkuyla baksalar da onun sayesinde bu olayı çözdüler ve masum birinin senelerce hapiste kalmasına engel oldular.

"İşe çıkar karıştı mı insan şüphelenir. En iyisi kimseye inanmamaktır."
Neele istememesine rağmen güldü. "Demek her zaman insanların en kötü tarafını düşünmek gerekiyor?"
Miss Marple "tabii" dedi. "Ben daima insanların kötü olduklarına inanırım. İşin kötüsü, sonunda da yanılmamış olduğumu anlarım." (sf 153)

Bu polisiyeyi keyifle okudum ve herkese de tavsiye ederim. Özellikle insanların iç yüzünü görmekte zorlananlara. 🙂


20230131_155316.jpg

Sıradaki ise İthaki Yayınevi'nin, Karanlık Kitaplık serisinden olan Uykulu Kuytu Söylencesi'ydi. Yazar Washington Irving'le tanışma kitabımdı. Mümkün olduğunca bu seriden çıkanları edinip okumaya çalışıyorum. Küçüklüğümden beri böyle hikâyelere ilgi duymuşumdur.
Eş-dostun bir araya geldiği, loş ışıkta anlatılan yarı gerçek yarı uydurma söylenceleri dinlerken ürpersem de bu hoşuma giderdi. O günlerdeki gibi hissediyordum sayfaları çevirirken. Eğer siz de böyle cadılı, hortlaklı ve hayaletli gotik anlatılardan hoşlanıyorsanız buna
ve serinin diğer kitaplarına göz atmanızda fayda var. 🧟‍♀️

Burada yedi öykü bulunuyor. İsimleri şöyle: Uykulu Kuytu Söylencesi, Rip Van Winkle, Lanetli Ev, Şeytan ile Tom Walker, Hortlak Damat, Alman Öğrencinin Serüveni ve Gibbet Adası'ndan Gelen Konuklar.
Her gün bir öyküye eşlik ettim. Bazılarında korkuyu iliklerime dek hissederken bazısında o duyguyu bulamadım. Ama okumak hoşuma gitti.

Etrafta, kuytunun kimi yerlerine hayaletlerin dadandığıyla yahut alacakaranlık vaktiyle alakalı bir takım hurafeler anlatılagelir. Yıldızlar bu vadide hiçbir yerde olmadığı kadar çok kayar, göktaşları gökyüzünü hiçbir yerde olmadığı kadar parlak bir şavkımayla ışıtır.
Ve bu haliyle vadi, dokuz yoldaşıyla dört nala giden kabusun oyunları için biçilmiş kaftandır.
(...)
Hayalet, kopan kafasını bulmak için geceleri muharebenin gerçekleştiği meydana gider.
İşte Kuytu'da gece yarıları esen o şiddetli rüzgar da, süvarinin kilise bahçesine şafak sökmeden bir an evvel varmak amacıyla atını süratle koşturmasından meydana gelir. (sf 8-9)

Rip Van Winkle öyküsü, Ashab-ı Kehf ve mağaradaki Yedi Uyurlar'ı çağrıştırdı bana. Karanlığın içinden gelen gizemli adamın ikram ettiği içecekten sonra, zamanla arasındaki bağın kopması ve etrafındaki her şeyin farklılaşması ilgi çekiciydi. Hortlak Damat ve Alman Öğrencinin Serüveni de aklımda kalanlardandı. 🧟‍♂️


20230131_155437.jpg

Sırada yine İthaki'den çıkan bir kitap var: Ogai Mori'den Yaban Kazı.
Yazarın okuduğum ilk eseriydi. Serinin de ilk kitabıydı aynı zamanda. Yayınevinin bastığı Japon Klasiklerini kütüphâneme ekleyerek okuma listeme alıyorum bir bir.
Ayrıca kapak görsellerinin çok hoşuma gittiğini söylemeliyim. Sizi eski zamanların içine çeken bir yapısı var gibi.

Değişik ülke edebiyatlarının bilinen en iyi eserlerini okumak gibi bir amacım var. Bir de her yazarın en az bir kitabıyla tanışmak ve hakkında fikir sahibi olmak istiyorum. Tarzını anlayabilmek ve neyle karşılaşabileceğimi bilmek güzel.

Modern Japon edebiyatının temellerini atan yazarlardan biri olan ve başta Yukio Mişima olmak üzere 20. yüzyıl Japon edebiyatçılarını derinden etkileyen Ogai Mori, en ünlü eseri olan Yaban Kazı'nda Meici Dönemi'nin yaklaşan sonunun getirdiği sosyal değişimlerin gölgesindeki Tokyo'da dokunaklı bir yaşam öyküsünü anlatıyor.
Genç yaştaki O-Tama, yoksul ve ihtiyar babasını mutlu etmek için mutsuz bir evliliği olan zengin bir tüccarla metres hayatı yaşamayı kabul eder. Üniversite öğrencisi Okada, O-Tama ile tanışıp ona aşık
olunca her ikisinin de kaderi şaşırtıcı bir değişime uğrayacaktır. (Yaban Kazı, Arka Kapak)

Bu yazıdan sonra merakla başladım okumaya. Sakin, dingin bir hikâyeydi. Öyle hızlı ve maceralı bir şey arıyorsanız sizi tatmin etmeyecektir. Ama ben her gün bir bölümünü, yaklaşık olarak yirmi
sayfasını okuyarak ilerlediğimde, sıkılmadan izlediğim bir diziymiş gibi geldi bana. Oradaki karakterleri yolda görsem tanıyacak kadar özümsedim. Bana uzak gelse de anlamaya çalıştım. Bizden fersah fersah uzaklarda yaşanan hayatlardan birine şahitlik edebilmek güzeldi her şeye rağmen.
Beyaz perdeye de uyarlanmış bu hikâye. Filmini bulup izlemek isterim. Bakalım benim kafamda canlandırdığım karakterlerle ne kadar benzeşiyor. 🙂

Japonca aslından çeviren Alper Kaan Bilir de o ahengi bozmamış. Sanki anadilimde okuyormuş gibi hissettirmişti bana. Burada kendisine de yer verip tebrik etmek istedim. ☘
O zamanlardaki âdetlere de aşina oldum bu sayede. Mesela kadınların diş makyajı diye bir şey varmış. Dişlerini tamamen siyaha boyarlarmış. 🤷‍♀️
Çok mantıksız geldi ama bunun sebebini araştıracağım. :/
Kaşları ıslatmak, tilki musallat olmuşa dönmek ve kaplan sarhoşu yemez
gibi deyimlerin manalarını dipnotlarda okumak çok keyifliydi. 🙆‍♀️

Bir de saatler güvenilir olmadığı için sık sık ayarlanmaları gerekiyormuş. Halka doğru zamanı bildirmek ve onları haberdar etmek için tam öğlen vaktinde toplar ateşlenirmiş. Sesi duyanlar saatlerini ayarlarmış bu sayede. (Kaynak, sf 7)
Bana Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü çağrıştırdı. Onu da neredeyse unutmak üzereyim. Yeniden okuma listeme alsam hiç fena olmayacak. :)


Bu hikaye 1880'lerde geçiyor. O zamanın yaşantısını, düşünme biçimlerini ve değer yargılarını gösteriyor. Yazarın hem askeri hekim olması hem de Almanya'da eğitim görmesiyle birlikte batı geleneklerini ülkesine taşıma fikrini anlayabiliyorsunuz.
Kadınlara yönelik tespitleri de var. Birini buraya eklemek istiyorum.


20230131_155504.jpg

O-Tama, babasını sefaletten kurtarmak için kendini satmaya ve feda etmeye karar vermişti. Alıcının nasıl birisi olduğu önemsizdi. Yine de bronz teni ve keskin bakışlı gözleriyle çekici bir erkek sayılabilecek Suezo'nun hiç de görgüsüzce olmayan şık giyimini görür görmez feda ettiği canı son anda kurtulmuş gibi rahatlayıverdi. (sf 35)

Tefeci olduğunu gizleyerek bu işe girişen Suezo'nun hayatına dair de çok şeyi öğreniriz. O-Tama'nın platonik aşkı sayesinde değişime uğraması da ilgi çekiciydi. Halkın onlara aldığı tavır ve sonrasındaki yaşananlar da.
Kitabın sonundaki o yarım kalmışlık hissini, devamını okuyanların zihinlerinde tamamlatma arzusunu sevmedim. Bilmek isterdim her şeyi.. 🙇‍♀️


20230131_155250.jpg

Yine bir Stefan Zweig kitabına gitti elim. Önce bir başkasını almıştım ama acıklı kapak fotoğrafını görünce değiştirdim. Lyon'da Düğün ismi bana eğlenceli şeyler okuyabileceğimi fısıldamıştı ama yanılmışım. Zaten kapaktaki dikenli taç bunu açık ediyormuş da farkında değilmişim..

50 sayfalık incecik bir kitaba üç ilgi çekici hikâye sığdırmak kolay olmasa gerek. Ama yazar bu işte bayağı maharetli. Daha öncekileri de hesaba katarsam memnun kalmadığım bir okuma deneyimi yaşatmadı bana henüz.
Kitaba ismini veren ilk öyküde, Fransız Devrimi sırasında yaşatılan zulüm anlarına şahit olan insanların yüreğine umut serpen bir aşk hikayesi anlatılıyordu. 1793'te kurşuna dizilmeyi bekleyenlerin arasında kıyılan bir nikah, mucizeyi de beraberinde getirecek miydi acaba?

Her gün yeniden çıkarılan yok edici kararnamelerle adalet bir tırpan gibi insan gruplarını biçiyor; tabuta koyma, mezar kazma gibi ağır ilerleyen işler bu hıza yetişemediğinden cesetler Rhone Nehri'ne bırakılıyordu. Hızla akan nehir cesetleri alıp sürüklüyordu.
Artık hapishânelerde bu kadar çok zanlıyı koyacak yer kalmamıştı. Bu nedenle okul ve manastır gibi kamu binalarının bodrum katlarına da hükümlüler yerleştiriliyordu. Fakat o da çok kısa bir süre için. Çünkü tırpan hemen işlemeye başlıyordu ve saman yatak bir bedeni bir geceden fazla ağırlamıyordu. (sf 3)

İki Yalnız İnsan ve Wondrak isimli öykülerde ise; yalnız, dışlanmış, alay edilen ve hatta görmezden gelinen insanların yaşama tutunmalarına tanıklık ediyoruz. Yazar, toplum dışına itilmeye çalışılan insanların hayatına ışık tutarken; kötülerin hüküm sürdüğü zamanları bir kez daha görmek üzücüydü benim için.
Öyle sahici anlatmıştı ki film izliyor gibi her şey gözümün önünde yaşanıyordu adeta. İkinci hikâye keşke daha uzun olsaydı dedim hatta.
Burada çevirmen Gülperi Sert'in etkisi yadsınamaz. Hiç takılmadan su gibi aktı gitti satırlar sayesinde. ☘
İnsan bazen en derin hislerini, saklı kalan düşüncelerini en yakınına söyleyemez de gidip bir yabancıya anlatır. Tıpkı Forrest Gump gibi. Bazen ben de öyle yapıyorum..

📚 📚 📚

Okumak kolaydı ama şimdi onlardan bahsetmek çok zor oldu. Kalan beşini ne yapacağım bilmiyorum. Bir daha böyle biriktirmeden yazmak istiyorum. Eminim ki son satıra kadar okuyan kimse olmayacak, bir kişi hariç. O kendisini biliyor zaten. 🌼

Tamam seriyi bozmak yok. Umutsuzluğa kapılmak hele hiç yok. Biraz yürüdüm evin içinde ve pencereden minik kar tanelerinin uçuştuğunu gördüm. İçim sevinçle doldu o an. Bu senenin ilk karıydı. Umarım daha fazla yağar ve kocaman bir kardan adam yapabilirim yine. ☃️
(Bu satırlardan sonra tüm gün ve gece boyunca yağdı, yağdı, yağdı. İncecik toz zerresi gibi olan kar tanelerini sarı sokak lambalarının loş ışığında izledim. Ne kadar özlemişim meğer..
Sabah her yeri kaplamıştı ve çocukların kar topu oynayacağı kadar tutmuştu sadece. Yine de güzeldi..
Şimdi yeniden başladı. ❄)


20230131_155340.jpg

Şimdiki eserimiz Yanlışlıklar Komedyası. Her ne kadar orijinaline göre 'Yanılgılar Komedyası' denmesi gerekirken bundan önceki çeviriler nedeniyle, okurlarda oluşan kulak aşinalığını bozmak istememiş çevirmen Özdemir Nutku. İyi de yapmış. ☘
William Shakespeare okumayı severim. Genelde bol bol çizmiş olurum sayfalarını ve kenardaki boşluklara notlar alıp karalarım bana çağrıştırdığı şeyleri. Bu da öyle oldu. Okuması inanılmaz keyifliydi.
Gözümün önüne tiyatro sahnesi kurulmuştu ve oyuncular kanlı canlı karşımdaydı sanki. 🙆‍♀️

Yanlışlıklar Komedyası'nda olay dizisini ikiz kardeşler ve onların ikiz uşaklarının benzerliğinden kaynaklanan yanılgılar üzerine kurmuştur. Birbirini izleyen yanılgıları gülerek izleyen seyirci, oyunun başında öğrendiği acılı bir yaşam öyküsünün nasıl sona ereceğini de merakla bekler. (Yanlışlıklar Komedyası, Arka Kapak)

Yeşilçam filmlerindeki o absürt komedileri hatırlattı bana biraz da. İkizler ve onların ikiz uşakları birbirinden habersizce kardeşlerinin yerinde bulur kendilerini. En çok da buna anlam veremeyip "cadıların içinde kaldık" diye feveran ettikleri sahneler güldürdü beni. 🙆‍♀️

Burası periler diyarı olmalı. Of zilletin zilleti!
Periler, cinler, baykuşlar, hayaletlerle görüşüyoruz.
Onları dinlemezsek ya soluğumuzu çekip alacaklar
Ya da çimdiklerle her yanımızı morartacaklar. (sf 24)

Ama hikâyenin başı biraz hüzünlüydü. Bir deniz kazasında anne ile ikiz kardeşlerden biri ve onlara uşaklık etmeleri için satın alınan diğer bir ikiz, ailenin geri kalanından ayrı düşer. Akıbetleri bilinmez.
Birbirlerine kavuşmak için ülke ülke gezerler. Nihayet karşılaşırlar fakat bunu anlayana dek bir takım komik olaylar gelişir. :)

Sevdiğim birine kavuşmak için,
Sevdiğim başka birini yitirme tehlikesini göze aldım. (sf 5)

Beni kendi keyfimle baş başa bırakan,
Hiç elde edemediğim bir şeyle baş başa bırakmış oluyor.
Şu dünyada, okyanusta başka bir damla arayan
Bir su damlasından farkım var mı?
Nasıl o göze görünmeyen, meraktan bunalmış damla,
Eşini bulamayınca yıpranıp telef olursa,
Bir ana ile bir kardeşi bulmak için
Didinip uğraşan ben de öylesine yıpranıp telef oluyorum. (sf 8)

Köleliğin devam ettiği zamanlardır ve ikiz uşak kardeşler sahiplerinden cefa görürler. Hatta fiziksel şiddete uğradıkları da olur. O sahneler yine üzücüydü..

Pazar yerinde beni dövdüğünüze dair eliniz tanıktır.
Eğer tenim parşömen, attığınız tokatlar mürekkep olsaydı,
Kendi el yazınız benim bildiğimi size açıklayacaktı. (sf 27)


20230131_155216.jpg

Kendi küçük ama etkisi kocaman olan kitaplardan birinde sıra. Robert Musil'den Ahmaklık Üzerine.
Kırmızı Kedi'den çıkan Turuncu Kitaplar serisine bayılıyorum. Hem cepte, çantada kolaylıkla taşınabiliyor. Bu sayede dışarıda küçük molalarda kendini okutuyor. Aynı zamanda baskı ve kağıt kalitesi de üst düzeyde.

Kuşkusuz dalkavuklarda akıl takdir edilir ama ancak koşulsuz itaatle birlikte olursa.
Aklın yanında bu 'iyi hal belgesi' eksikse ve hükmeden kişinin yararına işlediğinden emin olunamazsa, akıllı kişiye akıllı değil de daha çok saygısız, küstah ya da hain denir. (Ahmaklık Üzerine, Arka Kapak)

Böyle bir kapak yazısıyla sarsıyor insanı ilkin. Sonrasında okudukça aklınızdan geçenleri, birilerinin derli toplu önünüze sermesine şaşırıyorsunuz. Kapağı da hayli manidar..
Bu metin aslında, Avusturya Sanatçılar Birliği'nin daveti üzerine 11-17 Mart 1937'de Viyana'da yaptığı konuşmadan kitaplaştırılmış. (Kaynak: sf 9)

Yazar uzun yıllar ahmaklık vb sözlerin peşine düştüğünü ama her seferinde tekrar en başa döndüğünü anlatıyor. "Ahmaklık üzerine kelam etmek isteyenlerin öncelikle kendilerinin ahmak olmadığını ilan etmeleri gerekiyor; fakat bunu yapmak bir ahmaklık alametidir." diyor.
Zayıf olan kişinin kurtuluşunun kendini aciz ve aptal göstermesinde bulduğunu da söyler. Bu fikre ben de katılıyorum. Göze batmadan aradan sıyrılanlar oluyor bu sayede. Onu rakip bile görmezken daha sonra "köylü kurnazlığı" denilen bir yolda ilerlediğini görmek can sıkıcı olabiliyor. Özellikle yarışma programlarını izlerken orada bunu uygulayanları görebiliyorum.

Zihinsel ve manevi açıdan vasatın altında sayılan biri; partinin, ulusun, tarikatın ya da sanat akımının koruması altında ortaya çıkar çıkmaz, "ben" yerine "biz" demesine izin verilir verilmez kendini beğenmişliğini arsızca ortaya koyar. (sf 24)

Buradaki kibrin de ahmaklıkla doğrudan ilişkili olduğunu söyler yazar. Bu olgu sadece okunan kitap sayfaları arasında sıkışıp kalan bir şey değildir. Etrafımızda buna dair örnekler görmek artık sıradan bir hal aldı. Emek verilen ve değer görmeye başlayan kişiler en sonunda 'ben oldum' deyip tüm bunlara sırt çevirebiliyor. Aslında bilmiyor, neyi bilmediğini de bilmiyor. Ama er geç anlayacaktır.

Musil'in konferansının sonunda dediği gibi ahmaklığa karşı en önemli çare, alçakgönüllü olmaktır.
Alçakgönüllülük ise, gücün ve iktidarın tadını aldıkça bazı kişilerin uzaklaştıkları bir erdem. (Çevirmen İlknur Özdemir, sf 65)


20230131_155641.jpg

Yine bir çizgi roman vardı listemde. Red Kit serisinden daha önce okumuştum ama ilk defa onun bebekliğinin anlatıldığını görünce ilgimi çekti. 🙆‍♀️

Red Kit'in çocukluğunda yaşadıkları da merak konusuydu. Bu merakı gidermek üzere kollarını sıvayan Achdé, Kovboy Çırağı'nda, bir yandan Vahşi Batı'nın yaşama biçimini öğrenip kovboy ve Kızılderili diyarına gelmiş yürekli öncüleri tanımaya çalışır.
Bir yandan da arkadaşlarıyla koşup oynamaya devam eden bir karış boyundaki "büyük" kovboyun serüvenlerini, bir efsanenin doğuşunu esprili bir dille anlatıyor. (sf 2)


20230131_155729.jpg

Red Kit'in yaratıcısı Morris 2001'de vefat etmiş olsa da eseri hiç ölmeyecek. İnsanlık var oldukça okunmaya ve izlenmeye devam edecek. Eğer siz de 'gölgesinden hızlı silah çeken kovboy'un küçüklüğünü ve nasıl yetiştiğini merak ediyorsanız, aynı düşüncelere sahip olan birinin yazıp çizdikleri ilginizi çekecektir.


20230131_155615.jpg

Sıradaki eserimiz, pek acıklı hikâyeler kaleme alan Kemalettin Tuğcu'dan Ceylanlı Bahçe.
Yazarla daha çok küçük yaşlarda, ilkokul yıllarımda tanışmıştım. Evimizde nereden geldiğini bilmediğim Üvey Anne isimli bir kitabı vardı. İncecik. Okurken o kadar ağlamıştım ki dün gibi aklımda. :(
Sonrasında Mercan Kolye'yi okudum ve filmini izledim. Deli gibi ağlıyordum. Okul kütüphânesinden başkalarını da alıp okudum sonrasında. Benim için önemli bir yere sahip..
Seneler sonra düşündüğümde, kitapların o yaşıma uygun olup olmadığını sorguladığımda net bir cevap verememiştim kendime.
Belki de o hikayeleri okuyup içselleştirdiğim için şu anki ben oldum. Mesela annesi-babası olmayan arkadaşlarımın neler hissedebileceğini o sayfaları okurken anlıyor ve ona göre davranıyordum. Maddi-manevi farklı hayatların yaşandığını, her şeyin toz pembe olmadığını, dünyanın herkese adil davranmadığını o cümlelerden öğreniyordum. Hâlden anlamayı belki. Küçücük şeylerden mutlu olmayı. Sahip olduklarına şükredebilmeyi belki de..

Kendime soruyorum: 'İleride kendi çocuklarım olursa, onların da okumasını ister miyim böyle acıklı şeyleri?'
Net bir cevap veremiyorum buna.
Ama kütüphâneme kattığım Kemalettin Tuğcu'nun 75 kitabını görmelerini sağlayabilirim. 🙂

Ben dünyaya geldim, çevremde olup bitenleri anlamaya başladım, annemin yüzünün güldüğünü görmedim. (sf 6)

Babam anasına uyardı. Onlar inekleri buzağılardan ayırmaya alışmışlardı. İki hayvan da bağırır bağırır, sonra susarlardı.
İşte bu sırada bir küçük ala ceylanın kuzusunu getirip kapattılar.
Ben gizliden gizliye bu çelimsiz yavrunun yanına gider, onu sever, susturmaya çalışırdım.
Me me diye bağırması, bana "anne" der gibi gelirdi. Bir de bakardım ki ceylanın anası ahlat ağacının altına gelir, oradan uzaktan görünen babamın evine bakar; durup durup bağırırdı. (sf 9-10)

Küçük ceylan yavrusunu annesine kavuşturan çocuğun ve ailesinin başından geçenleri okumak her şeye rağmen güzeldi. Belki sonu da mutlu bitmiştir? Neden olmasın..


20230131_155532.jpg

Sonunda en sona gelebildim. Sizlere daha önce de bahsetmiştim Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın eserlerinden. Şimdiki kitabın ismi, Bitkiler Okulu.
Öncelikle bu serinin kapak tasarımları ve çizimleri çok hoş. Mustafa Delioğlu'nun resimleri de ayrı bir hava katıyor sayfalara. Okuması çok keyifli. 🌾🌿

İlk günüydü okulun
Bütün bitkiler kımıldıyordu, gülüşüyordu
Sanki akıyordu ortalıktan
Büyük bir mutluluk
Binbir yeşile bürünmüş

13 sıra vardı pırıl pırıl
İlkini dolduruverdi küçükler
Roka nane salatalık maydanoz
Tere turp biber sarımsak soğan
Şimdi 12 sıra kalmıştı geriye
Bizlerse 25 bitkiydik
Öğretmen sığdıramadı ki
Ne yapsın
Nereye koysa taşıyordu sağına da soluna da hep
Karalahana (sf 9)

Okurken aklıma öğretmenlerimizin bizlere "çiçek olun" söylemi geldi. Ne kadar sessiz ve sevimli olurduk hemencecik. 🤗


20230131_155553.jpg

Okuldaki öğrencileri bitkilere benzetmiş ve her şiirinde birini anlatıyor şair. Hatta şu tabirini çok beğendim: Ağaçların odalara sığmadığı için "açıköğretim" ile eğitildiklerini söylüyor. Ne güzel bir ifade değil mi?

Dedi ki kuşkonmaz
Düşte kımıldar gibi
Çok kızıyorum
Adımı böyle koyanlara ben
Ya kuşlar duyarsa bunu
Ya
Bile bile konmazsa bana
Bilmiyorum
Ellerine ne geçecek
Ne kazanacaklar
Adımı kuşkonmaz koyanlar (sf 23)


20230131_155804.jpg

Bu benim en uzun yazım olmuş olabilir. Gerçekten okuyanlar varsa kalpten teşekkür ederim. Sırf 2023 hedeflerimden biri olduğu için okuduklarım serisine devam etmek istedim. Ocak ayının hasılatı ile veda ediyorum. Darısı diğer aylara. 📚📚📚

H2
H3
H4
3 columns
2 columns
1 column
Join the conversation now
Logo
Center